22 Kasım 2013 Cuma

Biz Paydasında Buluşmak Dileğiyle

Sen farklı soydan, sen farklı dilden, sen farklı inançtan, sen farklı mezhepten, sen farklı görüşten, sen farklı partiden, sen farklı şehirden… sen, sen, sen.

Ayırmak için o kadar neden var ki içimizde.

Sanat Olmayan Yerden Bilim Çıkmaz

Sanat olmayan yerde yaratıcı düşünce kendini idame ettiremez!

22 Ekim 2013 Salı

Toplum Ve Düzen İnsanı Yontmak İçindir.

anarşist çizginin yanından geçmem, engel olmadığım bir dolu kuralım var hayatta fakat bir olgunun benim alışkanlıklarımın dışında olması yada görüşlerime karşıt olması, söz konusu olgunun boynuna mantık ilmeğini geçirmeyi gerektirmemeli. Öyle yapıyorum ama aklı putlaştırmadan bir fikre tabi olmak ne güç Allahım!

Duygularım, fikirlerim, açmazlarımla bana aidiyet verebilecek her topluluk, karşılığında benden kendilerine yakın düşünce ve adet isteyecek yada yakın görünme arzusu ile baştan ben feda edeceğim fikirlerimi.

Ha bu arada gruplara ve bir topluma ait olmanın gerekliliğini savundum hep. Fakat bu aidiyet içinde yontamadığım fikit ve alışkanlıklarımın ayıp, günah, etik dışı v.b. setlere maruz kalacağının bilincinde oldum hep.

8 Temmuz 2013 Pazartesi

Şimdi Benim Otağı'm Kuru Hayat Meşgalesi.

Zamanı geldi nelere inandık biz, neler geldi geçti ömürden.
Düz ovalarda yürür gibi koşmadık mı dağlarda?  
Ya çiğnediğimiz onca kural, işlediğimiz onca günah.
Dün gibi görmez misin, yakmaz mı çemberinin oyasını içindeki sızı?

İnanmadı denilmiş ardımdan, oysaki bütün düşleri hep ben gördüm.
Yaş ağaca dayarsan sırtını eğersin, güvenemedim
Cesur olası gelmezdi. İtimat edemedim.
Devşirilen onca söze bi kelam etmeyi ben istemedim.

Merak illetmiş, kaç kere geri çevirdi sevgisiz gideni.
Sevgisiz bırakmalı haksızken, doğru kelam etmek isteyeni.
Kıyas edersen türlü hayatlarla kendini.
Verilecek nasihat olursun.

24 Haziran 2013 Pazartesi

Şuur

Uzun zaman oldu yazmayalı, hayat gailesi işte hırsların çemberinde koşturmanın ötesinde adım attırmıyor adama. Nefes alamıyorum, kitapta okuyamıyorum mesela. Hep geleceği düşünürken geçmişte bedbaht olanlardanım. Oysa böyle bir hayat değil rüyalarımda gördüklerim.

Her insan düşünür sıra dışılığını, mutlu olması gerektiğini. Oysa ne için bile yaşadığını bilmeyen o kadar çok insan var ki hayatta. Şükür edilesi hayatlarımız var, bazen gözümüz kayınca görüp burun kıvırdığımız sadece fizyolojik ihtiyaçlarını ve bir ihtimal barınma ihtiyacını giderebilen insanlar var bu alemde.  O insanların yüzünde o kadar kırışıklık görürsün ki hangi çizgi hangi günahın bilemezsin.

Peki, ne yapmalıyız o halde şükür deyip mutluluk mu giyinsek sahtecikten? O da değil. Amaçlara bağlanmaktan geçiyor, mutluluğun olmasa da huzurun anahtarı. En azından iç ritmini buluyor insan bu sayede, hele de koşuşturmaca doğru amaç uğrunaysa mantığınla ruhunu kol kola görmen içten değil.

Böyle düşünen biri olarak hatta çevremdekilerin de benim kurallarımla yaşamalarını isteyerek, asker zihniyetli yanımı hep kendi içimde övende ben, özgürlükçü yanımı ulaşılmaz tatlı bir gelecek hayali gibi hep en uzağa koyanda ben. Daha kendi içimde dirliği, düzeni sağlayamayan ben, kalkmışım da hayat dersi verir olmuşum.


Neyse anlamışsınızdır sürer mutluluklar yaşayamayacağımı. Kendi içimdeki hesaplaşmalarda bile huysuz bir ihtiyar olarak ölmeye razı geldiğimi, tek üzüntüm benim hayaletimle ömür geçirenlere olacak. 

30 Mayıs 2013 Perşembe

Törensel Görgülcülük

Prof. Dr. Şükrü Özen tarafından kaleme alınan ‘TÜRKİYE’DEKİ ÖRGÜTLER/YÖNETİM ARAŞTIRMALARINDA TÖRENSEL GÖRGÜLCÜLÜK SORUNU’ adlı makalede törensel görgülcülük sorunu için anahtar olabilecek çözümler sunulmaktadır. Sorunun daha iyi anlaşılabilmesi için doktora tezi hazırlayan bir öğrenci örneği ile sorun kapsamlı şekilde irdelenmiştir.

Günümüzde incelenen olguların kültürel bağlamına vurgu yapan çalışmaların artması sevindirici olsa da halen istenen seviyeye erişemediğimiz açıkça görülmektedir. Bunun yanında özellikle Anglo-Amerikan yazınından alınıp benimsenen kuram ve modellerle ülkemizdeki yönetsel/örgütsel olguların incelendiği ve sonuçta kuramsal katkı sağlayamadıkları açıkça görülmektedir. Yönetsel/örgütsel olgular her ne kadar toplumlar arası benzerlik taşı salarda, toplumsal bağımlılıklarının olabileceği gözden kaçırılmamalıdır. Bir ülkede toplumsal/ekonomik bağlamda üretilen yönetim bilgisinin, farklı toplumlarda, toplumsal bağlamdaki olguları açıklarken gerçekleri tüm çıplaklığıyla ortaya koyamayacağı, hatalara yol açacağı kesindir.

Ülkemizde yapılan görgül araştırmalara dayalı bildirilerde, veri toplama aracı olarak kullanılan anketlerin büyük çoğunluğu Anglo/Amerikan yazınından devşirmedir. Veri toplama aracı olarak kullanılan bu devşirme anketlerin gerisinde bir kuram olduğu ve bu kuramında bir toplumsal bağımlılığı olduğu gözden kaçırılarak ve o anketler üzerinden ülkemizdeki olguları betimlemeye çalışarak hata yapılmaktadır.

Ulusal yazınımızda olumlu olduğu şüpheli bir diğer durum, görgül araştırmaların veri analizi aşaması ile ilgilidir. Çok değişkenli analiz yöntemleri günümüzde daha sık kullanılmaktadır fakat bu durum Türkiye’deki olguları daha kapsamlı modellerle açıklamak yerine, analizlerin kuramsal veya pratik anlamı olduğu düşünülmeksizin uygulandığı için, bol miktarda bilgi üretilmekte fakat kuramsal alana katkı sağlayabilecek bilgi üretilememektedir. Yani bilgi üretmekten çok veri üretilmektedir.

Doktora adayı örneğine gelelim. Doktora adayımız derslerini başarı ile tamamlayıp, yeterlilik sınavını geçmesinin ardından sıra tez yazma aşamasına gelmiştir. Mantıklı olarak bakıldığında doktorada tez yazma aşamasına gelen bir kişinin tez konusunu belirlemiş olduğunu ve ardından tez konusu ile ilgili çalışabileceği tez danışmanını seçeceği düşünülmektedir. Fakat işler ülkemizde bu şekilde yürümüyor, doktora öğrencimiz öncelikle kendisine sorun çıkartmayacak! Uygun hocayı bulmanın öneminin farkında. Kaldı ki zaten herhangi bir konuda belirlemiş değil.

Öncelikle tez danışmanı seçiliyor, sıra konuya gelince çevreden öğütler yağmaya başlıyor;

- İleride işinde kullanabileceği, güncel bir konu olmalı.
- Görgül olmalı.
- Fazla dağıtmadan çerçeveleri belli ve uygulamaya dönük olmalı…

Doktora adayımız kafasında birkaç konu belirliyor ve belirlediği bu konularla ilgili daha önce yazılmış tezleri incelediğinde, kuramsal olarak tüm ayrıntıların daha önce işlendiğini ve yeni bir kuram geliştirmenin veya kuramsal tartışmalara girmenin gereksiz olacağını öngörüyor. Zaten yazacağı tezin görgül olmasını istemekte, peki yapacağı bu görgül araştırmada nasıl veri toplayacak? Yoruma dayalı analiz gerektiren görüşme, gözlem gibi niteliksel veri toplama yöntemlerini seçmesi durumunda, niteliksel verilerin sübjektif olmasından dolayı jüri önünde zor duruma düşmek istememektedir. Bu durumda kapalı sonlu, Likert tipi ölçeklerle ölçülebilen bir anket bulmak gerekiyor.

Doktora adayımız ileride ekmek kazandıracak birkaç konu belirlemiş durumdadır; vizyoner liderlik, güçlendirme, örgütsel yaratıcılık, insan kaynakları yönetimi, toplam kalite yönetimi, örgüt kültürü, değişim mühendisliği veya yalın yönetim konularından biri. Bu konular içinden hangisini seçeceğini ise bulacağı anket belirleyecek. Neyi araştıracağını, ölçeceğini bilemeyen doktora adayımız zahmetli olacağını bildiği bir anket de geliştiremeyeceğine göre yazacağı tezin tüm kaderini bulacağı ankete bağlamıştır. Anketin bulunduğunu varsaydığımızda sorunlar yine devam etmekte eğer anket Türkçe değilse düzgün bir şekilde Türkçeye çevrilmesi, bunun yanında da güvenilir ve geçerli olması için ‘Cronbach Alpha’ oranının en az 0.70 olması gerekiyor. Anketin temsil gücü ile ilgilide sorunlar da ortaya çıkıyor. Tüm bu sorunlara karşı gayri ahlaki yöntemlerle çözümler buluyor başrolümüz.

Bu zamana kadar kolaya kaçarak ve ahlak sınırları zorlanarak, tezin kuramsal kısmının yazılması aşamasına geliniyor. Doktora adayımız bu kısımda fazla bilgi göz çıkarmaz mantığıyla konu ile ilgili kavram ve modelleri ayrıntılı şekilde işleyip tezini sözde genişletiyor. Uygulama bölümüne geçildiğinde hipotez oluşturması gerektiğini bilen araştırmacımızı yeni sorunlar beklemekte. Hipotezlerin tümünün desteklenmesi gayri ahlaki, tümünün yanlışlanması da kendisinin başarısızlığı olacağı için, hipotezleri büyük ölçüde doğrulayacak biçimde kuracaktır. Tüm hipotezlerin desteklenmesi gayri ahlaki ise, hipotezlerin büyük ölçüde doğrulanması için çaba harcamasının da gayri ahlaki olduğu gözlerden kaçmamalıdır.

Sonuç olarak doktora adayımız başlangıçta incelediği doktora tezlerinin benzerini hazırlamış ve bilgi üretmekten uzak veri çöplüğü haline gelen bu araştırma yapma anlayışıyla törensel görgülcülük eğilimini devam ettirmiştir.

Yapılan araştırmalarda kuram geliştirme veya var olan kuramlara katkıda bulunma kaygısı taşımadan, yönetimci-evrenselci anlayışla benimsenen görgülcülük, doktora örneğindeki gibi, ABD kaynaklı modellerin ülkemizde ne ölçüde uygulandığını tespit etmekten öteye gidemez. Yine bir kuramsal çerçeveye dayanılmaksızın görgül çalışma yapmaya kalkarsanız bulacağınız sonuçlar ‘bilimsel bilgi’ değil ‘bulgu’ olacaktır. Sonuç olarak törensel görgülcülüğün temel sorunu kuramsal katkı vermekten öte uygulamaya dönük çeşitli modelleri önermede bir meşrulaştırma aracı olarak kullanılmasıdır.

Devşirme anketler yardımıyla ABD’de üretilmiş bir kuramın, ülkemizde geçersiz olduğu kanıtlamak kuramsal bir katkı sağlamayacaktır. Fakat bu geçersizliğin hangi etmenlerden doğduğu açıklanarak, mevcut kuramın kavramları arasındaki ilişkiler belirtiliyorsa eğer bu keşif kuramsal anlamda bir değer kazanacaktır. Oysaki genelde anketin gerisindeki kurama değinilmemekte bununla birlikte hipotezler görgül araştırmaya dayanılmaksızın sıralanmakta ve sonuçta araştırmanın uygulama bölümü ile kuramsal bölümü arasında bir bağdan söz etmek mümkün olmamaktadır.    

Peki, törensel görgülcülük sorununun çözülmesi için gerekenler nelerdir? Prof. Dr. Şükrü Özen sorunun çözümü için tez hazırlayan kişilere bilimi, kendini, kuramları, toplumsal bağlamı ve yöntemi bilmeleri gerektiğini önermiştir.

Örgütler/Yönetim alanı uygulamaya dönük bir kökenden doğması nedeniyle. Ülkemizde halen sosyal bir bilim olarak algılanmaktadır. Bunun sonucu olarak da Ö/Y doktora programlarının bir çoğu, ciddi bir biçimde tasarlanmış bilim felsefesi derslerinden yoksun olması bilimsel formasyon eksikliğine neden olmaktadır.

 Ö/Y akademisyenleri geleneksel anlayışın dayattığı işletmelere doğal danışman rolünü benimsemek zorunda değillerdir. Çünkü toplumsal refahı belirli bir grubun refahına indiren liberal ideolojinin bu tezi oldukça tartışmalıdır. Yönetsel/örgütsel olguları sadece işadamı/yönetici gözü ile değil, farklı toplumsal grupların gözünden değerlendirmek fırsatını yakalayabiliriz. Bu şekilde farklı bakış açılarından yapılan çalışmalar, yazınımıza zenginlik katacaktır.

Toplumlar arası yönetsel/örgütsel olgular arasında farklılıklar olabileceği gibi benzerliklerde bulunacaktır. Bunların sonucunda kuramların toplumlar arası geçerliliğinin olup olmaması araştırmadan, sınanmadan anlaşılamaz. Sonuçta da ABD kaynaklı kuramları tamamen kabul eden anlayış nasıl törensel görgülcülük sorunu ile karşı karşıya kalıyorsa, bir kuramı sırf yabancı kaynaklı diye reddeden anlayışta 19. Yüzyıldan bu yana geliştirilen bilgi birikimini dışlamış ve sırtını dönmüş olacaktır. Dolayısıyla kaynağı ne olursa olsun üretilmiş Ö/Y kuramlarını bilmek gerekmektedir. Bu şekilde farklı kuramları bilmek araştırmacının ufkunu genişletecektir.

Ülkemizde yönetsel ve örgütsel olguları açıklayabilmek için sadece kuram bilgisi yeterli olmamaktadır. Anlamlı bilgi ve anlamlı sorular üretebilmek için toplumsal bağlama ilişkin bilgiye de sahip olmak gerekmektedir. Ülkemizde ki örgütleri tarihsel süreçte biçimlendiren ekonomik, siyasal, yasal ve kültürel yapıyı yeterince bilmek elzemdir. Örnek olarak Türkiye’de örgütlerdeki yaş oranlarının artması konusunda doktora tezi yazmak isteyen biri, bu konuyu Avrupa ve ABD’de popüler olduğu için seçmiş olması muhtemeldir. Oysaki ülkemizdeki yapıya bakılacak olursa asıl sorun genç ve işsiz nüfustur.

Ülkemizde Ö/Y eğitiminde, niceliksel yöntemler genellikle tek yöntemmiş gibi sunulur ve bu araştırmacıyı anket kullanımına iter sonuçta da bu kapı törensel görgülcülüğe çıkar. Oysaki niceliksel araştırma yöntemlerinin yanında niteliksel yöntemlerden yararlanmak hatta bu iki yöntemi bütünleştirerek kullanmak daha sağlıklı bilgi ve kuram üretimine katkı sağlayacaktır. Fakat araştırmacılar niteliksel yöntemleri, araştırma sürecinin daha zahmetli, zaman alıcı ve ustalık gerektirmesi nedeniyle kullanmamaktadırlar. Kullandıklarında ise niteliksel yöntemlerin nesnel ve genellenebilir olmaması sebebi ile tez jürisi önünde zor duruma düşeceklerinin bilincindedirler.   


Sonuç olarak bilim üretmek yerine, prosedür ve engelleri aşarak unvan almak için uğraşan ve bu unvan için tüm süreçlerde gayri ahlaki sınırları zorlayarak en kolay yönden nasıl tez yazılabileceğini sorgulamak araştırmacıları törensel görgülcülüğün kucağına itmektedir. Bu durum ülkemizdeki bilimsel çıktıların niteliğini olumsuz yönde etkilemektedir.    

2 Mayıs 2013 Perşembe

Dogma Fikirlerin Sahibidir Yobaz


Bazıları var hayatlarımızda nevi şahsına münhasır, fikirleri ve düşünceleri marjinallik çukurunda. Farklı düşünüşlere olan sınırlarınızı zorlarlar hani. Sırf sıra dışılık uğruna dinde, siyasette ve daha birçok konuda fikirlerinizi dogma olarak nitelendirirler, asıl dogma olanın kendi sabit fikirleri olduğunu düşünmeden.  

Oku! İlk emri yerine getirmekte yeterli değil artık o kadar çok bilgi yığını var ki önümüzde. İnsanın bu yığında kaybolmadan kendine sentezler üretmesi zor bu devirde. Bu yönden yukarıdaki zıt taşıma hak verdiğim sanılmasın benim eleştirim marjinallik adı altında yürütülen kendi değerlerini, kültürünü, dinini fikri bir alt yapı olmadan küçümsemedir.

Fikir yığını içinde kanaat önderleriniz, genel başkanlarınız ve daha ağzından bir sözün çıkmasını beklediğiniz kişiler doğruluk timsalleri değiller, sonuçta insan beşer kuldur şaşar.


8 Nisan 2013 Pazartesi

Muhtevam

Ne içindi onca yıl.
muhtevasını bilmediğin onca söz niçin.
anamın artık diyemediği adın niçin.
lügatında olmayan kelimeler etme. 
eyleme, zorda kalmadıkça anma adımı.


hakikatler uğruna yazılamazdı onca şiir.
ve benim başım kadar dönemezdi onca sözün.
sen hakikatleri seyreyle.
belki mutluluktan dönerde başın unutursun. 

7 Nisan 2013 Pazar

Müphem


Müphem bir aşkın acısı
Sefaletim gibi yapışmış üstüme

Oysa ben ne bir yerin aidiyetini taşıyabiliyorum omuzlarımda nede bir zamanın insanı olabiliyorum. Yazmasa kağıtta, yaşım kaç bilmiyorum. Ve o kadar özgürüm ki! İpim her zaman kendi elimde, kan revan içinde koştururken buluyorum kendimi.

Şaşalı düşlerim, dünyalık heveslerim var. Farklı fikirlerin, farklı coğrafyaların insanı olacakken tam, ortası doğrusu olmayan yollarda kaybolmuş zamanlarım var.  

19 Mart 2013 Salı

Müktesebat


Kemal’in Füsunda, Mümtaz’ın Nuran da, Raif efendi’nin Maria Puder de Gördükleri kadar gerçek ve kesif miydi ki benim sende gördüklerim? 

Yoksa fotoğraf çekilirken masuscuktan da olsa gülme alışkanlığımızın bir türevimi yaşadıklarımız. Yani zorunda gibi davranma alışkanlığımız.

Bizler birçok alışkanlığımızı doğuştan kucağımıza atılmış buluruz, geri kalanları ise kendi çapımız esasında geçmişimizden deneyimleriz.

Peki, ben bu en temel ihtiyacımı doğuştan mı bulmuştum yoksa kendim mi deneyimlemiştim. Çok düşünmeye gerek yok yüzde olarak çok büyük bir kısmını binlerce yıllık bir medeniyetin bilgeliği vermişti bana.  

Peki, durum bundan ibaretken biz hala hangi hareketlerimizi kendi öz irademize dayanarak yapıyoruz. O kadar az ki! Biz genelde anlık ihtiyaçlarımızı anlık kararlarımızla öz irademize dayandırırız. Evlenmek, çocuk sahibi olmak, sabah, öğlen, akşam olmak üzere 3 öğün yemek yemek ya da sonsuzluğa uğurladığımız sevdiklerimizin ardından ağıt yakmak ve daha binlerce alışkanlığımızın kökeninde geçmiş milyonlarca insanın hatırası ve parmağı var. O vakit demeyin ki bana tam anlamıyla özgürüz. Biz işlediğimiz günahlarımızda bile geçmişin ürünüyüz, geçmişi tekrarlıyoruz.

Bak aşkla başladığım cümlemi özgürlükle bitirdim ne ironik değil mi?  

14 Mart 2013 Perşembe

Kader


En hüzünlü kadın isimlerinden, ah ulan dedirten filmlerin, şarkıların ana fikri, yapılma nedeni. Siz ne derseniz deyin artık, günlük hayatta ve sanatta en çok kullandığımız bir iki metafor arasında gösterilir kader. TDK’ya danışmak isterseniz eğer “Genellikle kaçınılmaz kötü talih” olarak ete kemiğe bürünür kelimemiz. Bu kadar çok hayatımızı işgal edip hakkını verememiş, anlamına erememiş hatta yanlış zihniyetimizi TDK’ya bile empoze ettirmişiz.

Öncelikle her içkili ortamın açılmazsa açılmazıdır din olgusu, yin-yang felsefesine yorarım ben durumu karşıt kutupların ilişkisine göre şekillenir düzen, isterseniz de fiziğe yorun zıt kutupların birbirini çekişini. Neyse asıl konuya geleyim geçmişte çokça anlatmaya çalıştım bu tip ortamlarda Kader’i. Ama bir türlü vakıf olamadım emelime, insanlarımız bir türlü kıramadılar yıllarca ördükleri duvarlarını.

Kader, yazgı hayat yokuşumuzun tüm virajlarının önceden yaratıcımız tarafından bilinmesidir. İşte bu cümleyi kullandığınız anda karşıt fikirlerin bombardımanına düştünüz demektir. Öncelikle sorular biz ne amaçla yaşıyoruz o vakit? Ya da zaten her şeyimiz kaderimizde yazılıysa biz irademizi kullanamıyor muyuz? Diye uzar gider cümleler.

Benim naçizane din felsefesinden anlayabildiğimi sıralayayım size katılıp katılmamak sizin elinizde. Zaman kavramı biz yaratılanlar için düzen tertip amacıyla oluşturulmuş bir kavramdır. Oysaki yaratıcımız zamandan münezzehtir. Zaman bizim gibi sonlu varlıkların işlerini tertip etmelerini kolaylaştırır.

Ki zaten zaman olgusu da tam anlamıyla çözülebilmiş, açıklanabilmiş bir kuram değildir.  “İkizler Paradoksu”nu araştırırsanız eğer ikiz kardeşlerden birinin dünyada kaldığını diğerinin çok hızlı bir uzay aracı ile gezegenler arası bir uzay yolculuğuna çıktığını düşünün. Bu kardeşlerin belli bir zamandan sonra dünyada buluşmaları halinde çok hızlı araçla uzay yolculuğu yapan kişi, dünyada kalan kardeşine göre daha genç görünecektir. Bu paradoks Albert Einstein’ın “Görelilik Kuramı” ile de desteklenmiştir. Görelilik kuramına göre ışık hızına yakın hızlar söz konusu olduğunda saatlerin yavaşlayıp, kütlenin artacağı belirtilir.

Ana konumuza tekrar dönecek olursak bizi yaratma kudretinin sahibi zamandan bağımsız olarak bizim geçmişimizi de geleceğimizi de bilir fakat yaratıcımızın bunu bilmesi zamanın dışında ve zamandan münezzeh olmasıyla, açıklanabilir. Bizler ise doğum, ölüm v.b. bazı durumların dışında tüm kaderimizi kendi irademizle şekillendiririz. Yani bizi doğruya veya yanlışa kaderimiz değil irademiz götürür. 

Bizler okulda iyi notu kendimiz alırız, kötü notu hoca verir mantığından bir türlü kurtulamayız. Kaderi de aynı şekilde telakki eder bu şekilde değerlendiririz. Kendi irademizden kaynaklanan yanlışlarımızdan dolayı kendimizi kader mahkumu ilan ederiz. Hatta kadere savurmadığımız küfür kalmaz, Oysa tüm başarılarımızı bileğimizin hakkıyla kazanmışızdır!  

Kısacası neymiş kader “Genellikle kaçınılmaz kötü talih” değilmiş. Birkaç ayrıntı dışında bizim tarafımızdan spontane oynanan bir tiyatroymuş. 

4 Mart 2013 Pazartesi

En Büyük Düşmanım

Bize etrafı anlama, yorumlama kabiliyeti verilmiş. Oysa bu lanetin kaçıncı soydan mirasçısı oldum bilmiyorum. Bu altın tas içinde ikram edilen ab-ı hayat zehri tüm acılarımın yegâne nedeni, anlasana işte bilmek acı veriyor. Öğlen mart güneşinin yakıcılığı, hunharca sıcak nefesini verişi hayatta olduğum hissini defalarca tatbik ettiriyor. Oysaki unutmalıyım düşlerimle karışmalı sarhoşluğum, ben istemedim ki bu vazifeyi, karışabilseydim herkesin arasına olmazdı ki herkesten farkım. Geçmedi bu bin türlü kendi içimle savaşlarım, dilimdeki Özdemir Asaf şiiri sözüm ona o kadar cümlemden daha iyi anlatmış beni.

Dün sabaha karşı kendimle konuştum.
Ben hep kendime çıkan bir yokuştum.
Yokuşun başında bir düşman vardı.
Onu vurmaya gittim kendimle vuruştum.

28 Şubat 2013 Perşembe

Tarihi Paradigmalar


Sosyal hayatın dinamikliği özellikle de günümüzde öylesine hızlı ki, geçmiş dönemlerde onlarca yılda yaşanan değişimler şuan ki yaşantımızda tek haneli yıllara indirgenmiş durumda. Bu değişim hızı tüketim toplumu haline gelen bizlerin ve teknolojik gelişmelerin paralelinde günümüzdeki ivmesini kazanmıştır.

Bizler bu hızda yaşayaduralım. Daha birkaç sene önceki haleti ruhiyemizi, alışkanlıklarımızı, hal ve hareketlerimizi şuan ki bilincimizle bir tartıda tartmaya kalkmayalım. İstisnalar harici birçok hareketimizi farklı, komik ve garip bulmamız içten değil. Bu bireysellikten çıkıp toplum ölçeğinde 30,40 yıl geriye gidildiğinde bu değişimin soğukluğunu rahatça Yeşilçam filmlerinde hissedersiniz. Aşklarımızı, duygularımızı bile farklı yaşıyoruz artık.

Yukarıda size evin bahçesini, balkonunu gezdirdim şimdi oturma odasına girmeye hazırsınız. Bizler tarih’i günümüzün paradigmaları ile yargılıyoruz. Oysaki geçmişin ideolojileri, değer yargıları çok farklı, insanların inançlar uğruna kurban edilmelerinin üstünden daha bin yıl geçmedi ya da köleliğin biteli yüz yıl olmadı. Günümüz anlayışıyla çağ dışı olan bu unsurları o zamanın mantığıyla düşünmezseniz eğer yanılgıya düşersiniz. Ve inanın ki geleceğin toplumu da, kendimizi uygar bulan bizleri seks işçiliğini önleyemediğimiz, toplumlar arası refah farkını çözemediğimiz için medeniyetin en çok vücut bulduğu Avrupa ve Amerika’da başta olmak üzere barbar olarak nitelendireceklerdir.

Durum bu iken siz kendi geçmişinizin den tarihi dinamiklere göre düşünmeden, günümüzün bakış açısıyla utanç duyarsanız, sırt çevirirseniz. Gelecekten de siz empati beklemeyin. 

25 Şubat 2013 Pazartesi

Ben Her Kaçışımda Sana Sendelemişim

Ve sen gerisin geri koşturmaca dasın.
Değneklerle araba lastiği kovalayan çocuklar gibi.
Ayaklarını sağlam basıp yere.
Tutuverecek gibisin yıldızları.
Alacağında varmış ya hayattan, borçlusu ben gibi.
Dayanıp kapıma icrada etmişsin beni.
Ben her kaçışımda sana sendelemişim.

24 Şubat 2013 Pazar

Olur Belki, Hakikaten


Hayatta yapılması gerekenleri bir sıraya koymalı. Önce bolca sabredilmeli, azıcık da acı öfelenmeli ki üstüne ilerideki yaşayacaklarına sabır ve acı penceresinden bakabil.

Peki ya insan genç yaşta yaşarsa benim ellimde yapamayacaklarımı. Dünya görüşü, fikirleri, daha bilmem neyi benden fazlamı olur? Olur belki, hakikaten. Ama ömür ehli olmanın şartı yüzmeyi öğrenmeden dalgalı suya girmemek imiş, hayat merhalesi bunu gerektirirmiş. Koştururcasına tüketmek yerine, içine bolca nefes çekip  yaşanmalı imiş.

18 Şubat 2013 Pazartesi

Zeytin Yağı Psikozu


İnsan mahlukatın garibi, insan beyni ise daha garibi. Bu derya denizin neresini tutsan bin bir hikaye çıkarır içinden, hepsini yaşarız da kör olur gözlerimiz ya da alışır bu girdaba. Günlük debdebelerimiz için de göremeyiz hakikati.

Size oldumu bilmem, yaşadığım bir hadisedir. Yaşadığınız haksız olduğunuz tecrübelerin ardına bakarsanız, haksız olduğunuzu bile bile kalp kırarsanız. Eğer ki birde haklı çıkmaya çabalıyorsanız, bir süre sonra kendinizi haklı bulmaya başlarsınız. Bizi diğer canlılardan ayıran o yüce organ öyle bir çalışır ki sizi haksız gösterecek bütün kanıtları yok ederde lal olur diliniz, kör olur gözünüz.  

“Zeytin Yağı Psikozu” olmalı eğer isim koyacaksam buna. Bu durumun ana tetikleyicisi zamandır. Zaman yürüdükçe hayali ayrıntılar bile gerçeğe dönüşüverir gözlerde. Sizi güvende ve emniyette tutmak için tasarlanan o yegane organın tabi ki tarafsız olması düşünülemez. Yıllarca süren kavgaları, haklısı, eğrisi, doğrusu olmayan davaları daha başka hangi kuramla açıklayıverirsiniz ki bana?

Bu hastalığa kapılmamanın yollarını isterseniz benden, bu hastalığın tek çaresi empati derim ben. Bol dozaj almanıza lüzum yok, yerine ve zamanına göre bir ölçek damlatmanız yeterli kanınıza.  
   
Bol dozaj demişken dikkat edilmeli hakikaten yan etkisi de çekilir dert değil. Almaya gör bir ölçek fazla, bu seferde herkese hak dağıtırken haksız kalır nasibin. 

My Left Foot ( Sol Ayağım )


Doğuştan beyin felci geçiren Christy Brown’un hikâyesini hem kitabıyla hem de filmiyle harmanlayıp duygularıma damıttım. Bu kadar olumsuzluğa rağmen hayattan yılmayan bu insan kendimden utanmamı sağladı da denebilir. Şükür ki her uzvumuz yerinde fakat ne yazık ki değerini bilmiyoruz.

Kahramanımız daha çocukluğundan itibaren sadece kullanamadığı uzuvları ile değil fakirlik ve başkaları tarafından anlaşılamamanın verdiği üzüntülerle de savaşmaktaydı. Aslında bu hikâyeyi görerek, okuyarak, hatta gerçek olduğunu bilerek hikâyenin içine kolaylıkla girebilirsiniz fakat dikkat edin bu süreç sancılı geçecektir. Kahramanın yerine kendinizi koyunca, verdiği tepkilerin, çocukluğuna dair bütün sancılarının az bile olduğunu biz olsaydık çok daha fazla tepkiler verirdik diye geçirmiyor değiliz içimizden.

Peki ya annesinin sıcaklığı, 23 çocuğunun arasında Christy’e ayırdığı zaman, verdiği değer ve Christy’nin etrafındaki yüreği geniş insanlar dünyaya dair umudumuzu daha bir sıcak tutmuyor mu Sizce de? Bunun dışında daha çocukluktan itibaren her şeyi kahramanız ile birlikte öğrenip aslında bizim kolayca yapabildiğimiz, kıymetini bilmediğimiz hareketlerin ne kadar şükredilesi olduğunu öğrenmedik mi?

Çok duyduğumuz şehir efsanelerinden biridir; bir uzvun eksikliği, diğer duyu organlarını pozitif yönde geliştirirmiş ya! Doğru olmalı bu görüş çünkü kahramanımızın sıkıntılarından, acılarından uzaklaşmasını sağlayan resimleri veya yazıları diğer uzuvlarının aksine öle gelişir ki sol ayağıyla sadece İrlanda değil dünya çapında tanınan bir yazar haline dönüşür. 

Kahramanımızın yaşadığı tek taraflı aşklar, başkalarının kendisine karşı duyduğu acıma hissini hissedebilmesi, hatta uçakla tedavi için Fransa’ya giderken kendisinden daha vahim durumda olan insanlara bakarak şükretmesi. İşte tüm bunlar bize, engelli insanların bizden tek farkının uzuvları olmadığı, gerçek farkın bizim basmakalıp düşüncelerimizden sıyrılmamamız olduğu gerçeğini öğretiyor bize.

Fakat şunu da söylemeden geçersem tarafsızlığım zedelenir. 23 çocuklu bir ailenin merkezinde olmak, aynı zamanda sol ayağıyla normal insanların yapmakta zorlandığı resimleri yapıp, fikirlerini kâğıda dökebilmesi sonucu tanınması süreci, kahramanımız aleyhinde fazlasıyla hoş görülebilir bir pozitif ayrımcılığa işarettir. Fakat her durumda Sezar’ın hakkı Sezar da kalmalı. Bu açıdan bu açıklamayı yapmak istedim. 

13 Şubat 2013 Çarşamba

Bir Mendillik Hayaller


Bu gün bir çocuk gördüm, mendil satan. Konuşma fırsatı bulduk yanımdakilerle. Kirli görüntüsüne nazaran zekası ve sorduğu sorular hayran kalınacak cinsten.

Sabi gidince geleceğin hırsızı edasıyla baktı yanımdakiler, oysa biz doğarken seçmedik ki ailemizi, sosyal statümüzü. Zengin bir aileye mensup olsaydı o çocuk, geleceğin büyük adamı oluverirdi hemen nazarımızda.  O zaman maşallah denirdi ama şimdi hırsız oluverdi küçücük omuzlarına bakılmadan. Ee bizim insanlığımız nerde kaldı.

Filistinli çocuğun İsrailli bir çocuktan farkımı olur? Günahsızlara bari yüklemeyelim günahımızı. Biz seçmedik ırkımızı, dilimizi, rengimizi ne de ailemizi.

Günaha gark eden toplumdur. Bize daha doğmadan don biçilir. Kalıplara göre yaşanması gereklidir. Sen hırsızsan, uğursuz san oysan buysan bu senin suçundur ne haşa çamur atma etrafına, çevrendekiler peygamber kadar saf temiz!

11 Şubat 2013 Pazartesi

O, Bu


Bıçak sırtı mutlulukla hüzün, dostla düşman, ölümle yaşam, senle ben. Bir arpa boyu arkamda gülen hakikatsizler var, önümde mutluluğun ayazı. Ulan diyorsun ki olmaz yapmam ben, kaderin terini silmedin mi daha demin? 

10 Şubat 2013 Pazar

Saatleri Ayarlama Enstitüsü


Uzun zamandır kitapçılarda bakıp bakıp çıktığım almadığım sadece merak ettiğim bir kitap vardı. O kadar elimde sağına soluna baktığım sanki içini çözebilecekmiş gibi arkasını okuyup yargılara vardığım bir kitap. Geçen hafta almak nasip oldu, o almak ki ne almak işi gücü hemen bitirip sevgiliye koştum sanki bitiresiye kadar. Dilimde kolayca ezilen büzülen hayatımda kulağıma hiç çalınmamış kelimelerde işittim, velhasıl bu kelimeler beni yormak yerine yediğim çerezlerin arasında karışmış bir iki fındığı tesadüf eseri bulmak gibiydi. Kolayca okunuyor fakat her paragrafta ayrı bir felsefe ansızın sizi buluyor, söyleyemediğiniz ya da hayatınızda hiç fark etmediğiniz şeyleri fark ettiriveriyor insana.

Sadece bir roman okumuş olmuyorsunuz kesinlikle! denemeler, hikayeler, felsefeler sarıveriyor dört bucağınızı.

Bir önce okuduğum dünyaca ünlü bir yazarın kitabını sol elime, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü sağ elime aldığımda öyle ağır basıyor ki Ahmet Hamdi üstadın eseri. Bittabi bu ağırlık varlık alemindeki ki ağırlıktan çok fikriyat ağırlıdır.

İnsanlarınki gibi kitaplarında ömrü var, okuyup bittirdiğim evvelsi gece son nefesini ellerimde verdi gariban. Şimdi bu elvedaya mı üzülmeli? Yoksa dilimde bıraktığı bu tadı başka kitaplarda mı aramalı? 

14 Ocak 2013 Pazartesi

Bilen Köle


Bilmek her zaman huzur vermez. Bilirsen mesul olursun. Bilginin sorumluluğunu sırtına yükler kendine sınırlar çizersin, fakat bilmezsen sınırları göremezsin etrafındaki. Nobellik bir araştırma vardır, eğitimli ve eğitimsiz insanlar bir teste sokulur. Notları açıklanır ve sorulur bu sınava tekrar alınırsanız notlarınız ne olur. Eğitimsiz insanlar ilk teste çok daha düşük notlar almalarına rağmen ikinci girecekleri sınavdan eğitimli insanlara göre umutları çok daha fazladır. İşte cahil cesareti denen kavram budur. Yani en başta da belirttiğim gibi bilirsen sınırlara sahip olursun.

Bu durumun artıları eksileri olacaktır tabi ki. Bilip de sınırladığın hayatın ve hayallerin, riskli işlere karşı seni sınırlayacaktır.

Şuan ki sistemde en iyi okulları bitirip ilkokul mezunu insanların kurduğu işletmelere girmeye çalışanda biz bilenler değilmiyiz?
   
Kısacası, hayatçası hayallerinizi sınırlamayın, umut sadece fakirin değil bileninde ekmeği olsun. 

10 Ocak 2013 Perşembe

İnside Job ( İç İşler )


İnside Job belgeselinde anlatılan ve göz göre göre gelen 2008 finansal krizinin kendimce derlediğim 5 aktörünü sizlere sunuyorum.

1.) Finans Kurunmları: Büyük sigorta ve mortgage şirketleri, bankalar 2000’li yıllarda elde ettikleri karlardan çok daha fazlalarını elde etmek için faizleri düşürdüler.

Ödeyip ödemeyeceği araştırılmadan düşük faizlerle herkese tüketici kredisi ve ev kredisi verilmeye başlandı. Dünyanın önde gelen mortgage kurumları (Lehman Brothers, Fannie Mae, Frederic Mac v.b.) tezgâhladıkları planın içine kolayca ev sahibi olacağına inanan insanları sürükleyerek bu insanları sistemin parçası haline getirdiler. Ve sonuç olarak ev fiyatları günden güne artarak patlamaya hazır bir balon haline geldi.

Bu sisteme göre bir mülk farklı kurum ve kişilerce defalarca ipoteklenebiliyordu. Bu yüksek riskli krediler birleştirilip sigorta şirketleri tarafından sigortalanarak borsaya tahvil olarak sunuldu. Hatta sigorta şirketleri daha çok kar elde edebilmek için türevin türevi olan ürünleri bile sigortaladılar.

Sonuç olarak 2008’de konut fiyatlarında yaşanan düşüşün ardından yüksek riskli ve faizli kredi piyasası çöktü. Ellerinde yüksek miktarda riskli konut kredisi tutan yatırım bankaları iflas ettiler. Geriside bildiğimiz domino etkisi. Bankalar, mortgage ve sigorta şirketleri teker teker iflas edip orta ve düşük gelirli ailelerinde iflas ederek konutlarına el konulmasına neden oldular.

2.) Aç Gözlü Üst Düzey Yöneticiler: Belgeselde hatırladığım önemli ayrıntılardan biri de insanlara yapılan bir deney sonucu para kazanan kişilerle kokain kullanan kişilerin beyinlerindeki aynı noktanın uyarıldığıdır. Neymiş o zaman para en büyük uyuşturucuymuş.

Belgeselde krizde batan kurumların CEO ve danışmanlarının kriz öncesinde 200 dolara pizza yedikleri, 75 dolara kahve içtikleri söylendi. Ve yine bu aç gözlü yöneticilerin kokain partilerine ve fahişelere harcadıkları parayı şirket harcaması olarak gösterdikleri bir muhabbet tellalı tarafından ne de güzel açıklandı.

Bu insanların burunlarının ne kadar havada olduğunu açıklayabilecek diğer bir örnekte insanlardan nefret eden Lehman Brothers’ın CEO’sunun işe genellikle helikopterle geldiği, şöförü ile geldiği vakitlerde ise odasına çıkarak istemediği hiç kimseyle görüşmediği belgeselde anlatılıyor.

Yüzlerce milyon doları cebe indiren üst düzey yöneticiler krizden servetlerine hiç bir şey olmadan çıktılar. Ve hatta kötü yönettikleri şirketlerden kovulmaları veya istifa etmeleri karşılığında yine yüzlerce milyon doları cebe indirdiler.

3.) Kredi Derecelendirme Kuruluşları: Kredi derecelendirme kuruluşları finans kuruluşlarından aldıkları rüşvetlerle bu kurumlara AAA notu vererek bu kurumlara güven duyulmasını sağladılar. 2000-2007 arasında, bu kurumlardan biri olan Moody’s karını dört katına çıkardığı bildirildi.

Hatta ve hatta batan bazı finans şirketlerinin kredi notları iflas ettikleri güne kadar yatırım yapılabilir sevideydi. Sonuç olarak bu ahlaksızlara güvenen onca insan yaratılan bu balonu daha da şişirdi. Ta ki balon patlayana kadar.

Krizden sonra mahkeme önüne çıkan derecelendirme kuruluşları’nın avukatları şunu söylediler. “verdiğimiz notlar bizim görüşlerimizdir. Bu görüşlere kesin olarak güvenmemelisiniz.” Söyledikleri yalanın farkında oldukları içinde bu kurumların yöneticileri film için röportaj vermek istememişlerdir.

4.) Akademisyenler: Finans sektörü lobicilik faaliyetlerine inanılmaz paralar akıttı. Üniversitelerden aldıkları maaşla yetinmeyen ve para için tüm ilkelerini satacak akademisyenleri lobicilik faaliyetlerinde ve danışman olarak kullandılar. Bu sayede devlet politikalarını kendi istekleri doğrultu da biçimlendirdiler.

Filmin başında izlediğimiz İzlanda ekonomisi hakkında kriz öncesi’nde aralarında Frederic Mishkin’inde bulunduğu bir grup akademisyen izlanda ekonomisinin mükemmelliği ve sağlamlığı hakkında bir rapor yayınlıyorlar. Bu raporun ardından izlanda bankaları IMF eliyle borçlandırılıyor. Yatırıma harcanmayan bu paralar dünyanın en refah ülkelerinden birini krize sürüklüyor. Sonuç olarak filmde Frederic Mishkin ile yapılan röportajda hazırlanan rapor için İzlanda Ticaret Odasının raporu hazırlayanlara 124 bin’er dolar ödeme yaptığı görülüyor.

Columbia ve Harvard Üniversiteleri’nin hocaları başta olmak üzere bir çok profesör kriz konusunda insanları ve hükümetleri bilinçlendirmek yerine finans sektörünü öven raporlar hazırlayarak zengin birer iş adamına dönüştüler.

5.) Hükümetler: Bana göre bu krizin en büyük nedeni siyasi ve ekonomik otoriteyi sağlayamayan hükümetlerdir.

Amerika’da geçmişte uygulanan 2 tane büyük finansal şirketin birleşememesini sağlayan yasa, bir kaç zengin adam tarafından lobicilik faaliyeti ile ve parasal olarak destekledikleri hükümetler tarafından iptal edildi. Bunun sonucunu filmde finans spekülatörü George Soros çok güzel bir şekilde özetliyor. “petrol tankerlerinde petrolün olduğu bölüm tek bir bölme değil birden çok bölmeden oluşur, bunun nedeni denizde giderken petrolün savrulup geminin dengesini bozmasının önlenmesidir.”

Amerikan kongresinde bir kongre üyesi başına beş lobici düşüyor ve lobicilik faaliyetlerine yıllık beş milyar dolar harcanıyor. Bu para ekonomik denetim yasalarının çıkmasına engel olmak için yardım adı altında siyasetçilere dağıtılıyor.

Obama hükümeti krizin ardından finansal kurumların denetleme sistemini halen ciddiye almadığı gibi, krizin mimarlarını kendi kabinesine aldığını görüyoruz. ( Ben Bernarke merkez bankası başkanlığı’na atandı. Lary Summers Obama’nın danışmanlığı görevine getirldi.) kriz sırasında finans yöneticilerine ödenen tazminatları geri almak için hiç bir adım atılmadı. Hiç bir şirket mevduat sahteciliğinden yargılanmadı....

Görüldüğü üzere krizin tespit ettiğim beş aktörü’de birbirlerine bağımlıdır. Krizin nedeni olan kişi ve kurumlarda hala iktidardalar. Anlaşılan değişen hiç birşey yok. Hükümetler kurtarma paketleri ile kodamanları halen korumaya devam ediyor. Olan her zaman ki gibi orta ve düşük gelirli insanlara oluyor, ülkemizde siyasetçilerin çokça kullandığı tüyü bitmemiş yetimin hakkı yenilebildiği kadar yenildi artık. Bizde globalleşen dünya da bize ne canım Amerika batsın! Diyemiyoruz. Amerika’da ki kriz kelebek etkisi sonucu Çin’de aylık 70 dolara çalışan insanları işsiz bırakabiliyor.